Tuesday, December 21, 2010

http://kekova.blogspot.com

Bahar
gugukkuşu
ay kar derken
...yıl bitti
- Sanpu (1647 - 1732)

Wednesday, May 18, 2005

Etrafta yürümeye devam ettim dükkanlar, restoranlar biraz daha güzelleşti. Nişanyan'ların önerdiği şık bir restoran gördüm. Biraz ileride bir şık restoran daha vardı, manzaralı terası vardı. Limana indikten sonra üşenmezsem geri çıkıp burada yiyeyim diye düşündüm. Dükkanlara gire çıka—ki dükkanlarda güzel artwork'ler, handicraft'ler, camlar, cam mozaikler, takılar, tişörtler vs. vardı—limana indim. Liman boyunca dizili, istisnasız hepsi boş olan restoranların teşrifatçıları tek tek kalkıp buyrun dedi. Ne saçma halbuki. Bu arada, arada sırada insanlar “yeni mi geldiniz veya gidiyor musunuz?” diye soruyorlar, sırt çantasından yolda olduğum belli. Limandaki üç beş restoranın hiçbirini beğenmeyip yol da bitince solda mendirek tarafından Beach Car Club gibi birşeyler, karşıda generic ve zevksiz bir resort, sağda ise tekrar otobüslere gittiğini tahmin ettiğim boşça bir yol var. Neyse ki sağa gidince hemen sağdan merdivenler var, deminki yerlere ama girmediğim sokaklara çıkıyor. Oo, pansiyonlar da varmış, çok gerekirse kalabileceğim, sempatik görünenler. Derken limana diğer taraftan inen yola geldim. Yoruldum, acıktım ve şu restoranın gölgesi ve manzarası güzel görünüyor. Oturdum.

Menüyü görünce bir an pişman oldum çünkü tipik bir turistik menüydü. Uzun, tipografisi kiç ve imla hataları dolu ve tipik averaj yemekler, sadece İngilizce yazılmış. Yok, günahlarını almayayım, imla hataları çok az olmuş olabilir. Fazla risk almamak için salata ve kalamar istedim. Domates ve soğan salatası, özellikle domatesin güzelliğinden, harikaydı. Kalamar da aslında riskti ama son iki seferdir bayağı kötüsünü yemiştim, deneyeme devam edecektim. Son iki seferdir değil, bayağı uzun süredir yediğim en iyi kalamardı. Zaten bir süre sonra terastaki tüm masalar doldu, diğer restoranlar hala boştu. Adı Akın restoran.

Bu arada aldığım kitabı okumaya başladım: Lycia. Arkeolog Cevdet Bayburtluoğlu yazmış, profesör. Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü'nün yayını. İngilizce (yani Türkçe yazmış ama çevrilmiş) ama çok iyi yazmış. Likya'ya 1954'te ilk gelişini ve yolun zorluğunu, sonra öğrencileri ile bir geldiğinde aç kalma derecesine gelmelerini anlatmış. Sonra da coğrafyasında bahsedip Likya tarihine ve tek tek kalıntılara ve antik şehirlere geçiyor. Coğrafyasına kadar olan bölümden, oraları tutkuyla sevdiği, çok katlı binalara izin veren, hayvanları vuran, seraları ve hormonları / ilaçları narenciyeye tercih eden anlayışa kızıyor ve derin endişe duyuyor. Yeterince okursam bir yerleri gezinmeye niyetlenebilirim ama sanmıyorum.

Kalkan Kaş'tan daha küçük. Liman küçük olmasa da az sayıda tekne var. Limanın iki tarafına doğru ise, muhtemelen çok da uygun sahil olmadığından ne kumsal ne de beach yok. Genelde denizle içli dışlı bir yer gibi görünmüyor yani. Zaten otobüs durağının yukarısı, tepelere doğru hep yabancılara pazarlanan otel ve daireler dolu. Yine emlak faaliyeti.

Sırtlandım çantayı, tekrar yukarı. O teraslı restorana gitmezsem içimde kalacak. Yolda kesilmiş ve lamba, mumluk olarak kullanılan çömlekler, seramik fincan ve vazolar, mermer nesneler ve dahi kilim / halı satan bir dükkandan 8 tane minyatür güveç aldım, 4-5 santim çapında. Başka dükkanlar da karıştırdım, sonra Coast adındaki bu restorana girdim, bir kat çıktım, bir masa etrafında 3-5 genç. Çantamı bırakıp bir kat daha çıktım terasa. Denize en uzak iki masanın tepesinde şemsiye var, diğer masalar yanıyor. İyi, ne yapalım, arkaya oturdum.

Şimdiye kadar pek yemekten bahsetmemiştim ama burada yine yemek eleştirmenliğim tuttu. Menü "international." Masaya örtü veya Amerikan servis yerine son moda olan, karşıdan karşıya şerit örtü koydular. Şirin tuzluk-biberlik. Mavi kumaş peçete ve kıskandıran peçete halkası. Sandalyeler bu arada beyaz deri taklidi. İki köşede koltuklar var. Ortada minik bir japon çeşmesi. İstediğim roka salatası kocaman bir tabakta, şık ve lezzetli, hem de pestolu, çam fıstıklı, mısırlı falan, harika. Ardından yediğim crumble o sıcakta fazla geldiyse de lezzetli, dondurması da çok iyi geldi. O kadar günden sonra bir de espresso. Bir vaha burası. Tuvaletin de şirinliğini ve özenilmişliğini görünce hayran oldum. Kadın eli değmiş olduğunu, sahibinin bir süre önce buraya yerleşmiş bir Avrupalı kadın olduğunu tahmin ettim.

Kalkan'ın buradan görünen başka bir hali var. Teras-kasaba. Her binanın en tepesini ne derecede deniz görüyor olursa olsun, hemen teras yapmışlar. Şu öndekinde bir çift kitap okuyor, mesken orası belli ki. Aşkam üstü, güneş batışında, güneşin kızgınlığı azalıp serinlediğinde ve gece başka başka keyfi var belli ki.

Tüm menüyü deneyemediğime üzülüp hesabı istiyorum, bir kat iniyorum. Çantamı sırtlarken sahibinin Türk mü yabancı mı olduğunu soruyorum. Bana menüyü getiren, parmak arası terlikli esmer tip “Sahibi benim” diyor! Dokuz gün olmuş açılalı. Sultanahmet'ten gelmişmiş. Beğendiğimi söylüyorum, hayırlı olsun diyorum ve gelenlere tavsiye edeceğimi söylüyorum.

Hemen çıkışta tam karşıda elbise ve bluzlar satan bir dükkan var. İçeride kumaş ruloları ve dikiş makinası. Miskin bir köpek ve sempatik bir kadın. Deneye deneye, karıştıra karıştıra, farklı bedenler isteye isteye anneme fıstık yeşili bol bir elbise, babama bej uzun kollu bol bir bluz, kendime kolsuz, çizgili bir bluz alıyorum.

Ardında postaneden kartpostalı gönderdim, otobüs durağına geri yürüdüm. Gar falan diyemiyorum çünkü bir kavşağın köşesinde yanyana dizili 3-4 “yazıhane”den ibaret. 15 dakika içinde gelirmiş Fethiye otobüsü.

Bu arada tam otobüs şirketlerininki haricinde kargo şirketi olmadığını öğrenmişken bir Yurtiçi Kargo minibüsü geçiyor, koşup durduruyorum. Elbiseleri, bitirdiğim ve okumayacağım birer kitabı, minyatür güveçleri gönderiyorum İstanbul'a. Sonuçta 3-4 saat geçirdiğim Kalkan'dan olumlu bir izlenimle ayrılıyorum.

İnsanlar bütün yol boyunca inanılmaz iyi davrandılar bana. Hem insaniyetlerini kaybetmemiş ve rahat olduklarından hem de ben tek başına seyahat eden, belli ki biraz kaçık bir kadın olduğumdan kolluyorlar, yol gösteriyorlar. Kimse garipsemiyor nedense. Kekova'da sadece Salih Bey değil, turistler de iyi davrandı, bulaşmadı. Kaş yolunda o Şevket Bey babacan / mafioso tavrıyla iyi davranırken personeli sürekli gülümsüyor. Kaş'ta Levent zaten yeğeniymişim gibi davrandı, her türlü şımarıklığa teşvik etti. Burada bile ilk geldiğimde sahilden girdim kahvaltı masalarının olduğu yere, girişteki kadın ve bir çalışan “yardımcı olabilir miyiz?” dediler, ne işiniz var gibisinden. Sırt çantalı paspal halimle öyle tezat oluşturuyorum ki. Odaya yerleşip sonra içkiye yemeğe çıkınca, o girişteki kadın, otel sahibesi Günsenin hanım, kendisinin de dağ taş sırt çantasıyla gezdiğini, backpacker'ı anında tanıdığını söyledi. En korktuğum yerde bile, kanı ısındı, she took an instant liking. Kaş'ta oteli ararken halime acıyan üç kadın, Kalkan'da tüm dükkan sahipleri, Levent'in mangal partisindeki arkadaşları. Hoşlarına gittim belli ki. Mayıs ortasında, tek başına, sırt çantalı, Türk. Bir de üstüne üstlük çok çalışıp da tatile gelmiş değil, Homer gibi iç yolculuk yapmaya gelmiş. Bir de üstüne üstlük tek başına olmaktan hiç rahatsız değil, aksine uzun uzun yiyor, keyfini çıkara çıkara. Şarabını kaçırmadan.

Tuesday, May 17, 2005

Kalkan'da otobüste indiğimde, ilk düşüncem limana inmek, kartpostal yazıp atmak ve tekrar otobüse binip Fethiye'ye devam etmekti. Otobüsle gelirken gördüğüm manzara itti önce. Bozkır doğanın ortasında Kaş'tan da çirkin bir yapılaşma. Otobüsten inince gördüğüm ise Ali Baba adında köfteciler, cheapo İngiliz turistler, turistik dükkanlar.

100-150 metre sonra fikrimi değiştirdim. Harita satan bir dükkan gördüm. Antalya'dan Fethiye'ye olan alanı, yani Likya'yı içeren çeşit çeşit, detaylı haritalar. Sonra bir de baktım kitaplar. Kaş'ta aranıp bulamamıştım kitapçı. Sormamıştım gerçi. Ama keşke şöyle buraların tarihini anlatan, detaylı bir kitap olsa diyordum. Bir değil birkaç kitap vardı, birini seçtim. Bir de kartpostal seçtim. Dükkanın içine girdim. Semazen resimleriyle doluydu. Para verirken “Keşke buraların resimleri olsaydı” dedim, sahibi olduğunu tahmin ettiğim adama. “Görüntüler içeren kaset hazırladık, ressamlara gönderdik, çizecekler” dedi. “Hm, böyle bir dükkan olduğuna göre Kalkan çok da kötü bir yer olamaz” dedim kendi kendime.

Yarıma geliyor ve tabii ki güneş iyice yukarıya çıktığından ağacın gölgesi kısaldı. Etrafta insan sayısı arttı. Çocukların viyakları da. Bir sürü insan kano ve bisikletle lagünde geziyor. Ben de kano kiralayacağım ama akşamüstünü bekliyorum. Birazdan da büfeteryanın gölgelik altındaki masalarına kaçacağım herhalde bu en kötü saatleri atlatmak için. Öğle yemeği niyetine tavuk dönerli sandviç yedim, bira içtim. Müdür beyin gazetelerinden iki tanesini kasiyerin izniyle ödünç aldım, okudum. Sonra şezlonga dönüp uyudum. Salyalarımı akıtarak. Üçe kadar uyumuşum. Bu arada güneş iyice üstüme gelmeye başladı. Sabah hesap hatası yapmışım. Ağacın batısına değil güneybatısına oturmuşum. Yani şimdi güney güneşine maruz kalacağım, pek kaçamayacağım ya da ağacın diğer tarafındaki Alman'ların dibine girmem gerek ki ikimiz de istemeyiz. Sıcak da zaten. Kastım mastım, sonra deniz girdim. Ohh. Bütün numarası buymuş kumsal ve yanma olayının, unutmuşum. Mayomu değiştirdim, büfeteryanın üstü tamamen kapalı yerinde oturmaya geldim, yine ortalıkta, oley, oley, oley, yazıyorum.

Yanlış zamanda doğmuşum. 15-20 yıl önce gelebilmesymişim Ölüdeniz'e keşke. Ya da her ne zaman bakir idiyse. Nişanyan'ların tabiri ile “ne yazık ki doğası çok güzel bir yer.”

Biraz önce otelden çıktım, havlu baktım, seçemedim ve yürümeye başladım. Binalar bitince sağda taksi durağı, postane ve minibüs garajı. Etrafta "Ölüdeniz Tabiat Parkı Hoşgeldiniz” tabelaları. Park girişi. Orada da Türk olduğumu hemen anlamalarından, nasıl anlayıverdiklerini nihayet kesin olarak çözdüm. Şapkam, uzun kollu bluzum ve pantalonumdan. Ben güneşten deli gibi korunurken önümdeki çift mümkün olduğunca cıbıl. Bir de etrafta bu kadar turist görünce anlıyorsun ki you can just tell.

Park girişinde 2.25 YTL verdikten sonra taştan bir yoldan yürünüyor. Ortası yer yer çiçek, yer yer çimen. Sağ sol ökaliptüs ağacı. Biraz yürüdükten sonra kumsala inip denizden yürümek istiyorum. Gidiyorum ama batıyorum. Kumsaldan nefret ediyorum, ince kum olan iç taraflarında da çakıl olan denize yakın taraflarında da ayaklarım sürekli batıyor. Terliği çıkarsam daha beter. Şükür sıcak değil. Üstelik büyük hayalkırıklığı. Hep Ölüdeniz'de incecik kum olduğunu hayal etmiştim. Pes edip geri taş yola çıkıyorum, devam ediyorum, büfeteryasından geçiyorum, tekrar plaja iniyorum. Hollandalılar denize girmiş bile. Yine batıyorum, zor ilerliyorum ama artık burnuna geldim sayılır, dönüp iç tarafını göreyim. Yok olmadı, burna, döndüğü yere varınca tekrar taşlı yol.
Bu kumsal ve batma olayına kıl olduğum yetmiyormuş gibi şemsiyelere de kıl oldum. İlk önce Lipton Ice Tea plajına inmiştim. Şimdi de Algida plajındayım. Pis radyo müziği de var. Ya neden bu doğa güzelliğine kadar girmesine izin veriyoruz ulusaşırı dev şirketlerin zevksiz derecede renkli şemsiyelerinin? Fransız rivierasında var mı, ya da Finlandiya'da? Hatta Tayland'da? Aslında var mı bilmiyorum ama Avrupalıların milliyetçi duygularla ve akıllı turizm politikalarıyla izin vermediklerini, Tayland'da da tam da ulusaşırı devlerden uzaklığı, egzotikliği pazarlamak yönünde hasırlar bambular kullanıldığını–belki oryantalist bir bakışla—hayal ediyorum.

Bir ökaliptüs ağacının gölgesinde oturmuştum, güneş döndü, şezlongu ileri almak durumundayım enseme güneş gelmemesi için.

Burnu döndüm, lagün tarafına geldim. Biraz ileride zaten sazlık olduğu için lagüne bakan tarafta uzun süre gölge vaad eden bir ökaliptüs ağacının batısındaki bir şezlonga yerleştim. Şezlongu gittikçe kuzeye, sonra doğuya çekeceğim anlaşılan.

Görevli bir genç çocuk geldi. Şezlong için 4 YTL aldı. Şemsiye parası ayrı. Ben istemedim. Etrafta çok az insan var, saat tahminim 11 falan. Yani yaz ortası burası curcuna olunca anlamı kalıyor mu acaba dünyanın en güzel yerlerinden birinde olmanın?

Biraz hayalkırıklığı ve şaşkınlıkla karşılamış olmama rağmen, tasvir etmenin de okuyucuyu tam hazırlayacağını düşünmüyorum. Hayalkırıklığını anlattım. Şaşkınlık çünkü meşhur burnun iç tarafında, kuzeyinde bir lagün olduğunun, karşı kıyıda da kumsal ve binalar olduğunun farkında değildim. Ne de lagünün kendi başına sakin ve güzel bir doğa parçası olduğunun. Ayrıca şimdiye kadar gördüğüm resimlerden orada nasıl bir takım oteller olabildiğini anlamamıştım, Nişanyan'ların kitabındaki "otel cambul cumbulunu." Meğer Fethiye'den 3-5, burada bir iki kilometre uzaklıktaki Hisarönü ve Ovacık köylerinden başlayarak, Marmaris'ten alışık olduğumdan daha da beter bir İngiliz çöplüğü varmış. Daha yukarıda olan bu köylerde sadece İngilizce yazılar. Dağ taş bidik bidik binalar, resort, paradise, garden adı verilen kutular, emlak ve inşaat ilanları, English breakfast'lar, pizzacılar, Çin ve Hint lokantaları ve turistik daha bir sürü şey. Ardından buraya inince bütün vadi aynı şehirleşmiş / şehirleşememiş mezbelelik. Ama o yan vadi. Kumburnu'nun olduğu meşhur vadiyle mezbelelik vadisini çok da yüksek olmayan ama yeten bir tepe ayırıyor. İki vadinin ortak noktası güneye bakan upuzun kumsal.

Buralarda kaldığım yerlerde sabahları inanılmaz güzel, kuşlar ötüyor. Sonra hem onlar susuyor hem de etraf hareketlenince insan unutuyor. Bir şimdi, bir de akşam etraf inanılmaz güzel oluyor.
Yine garip rüyalar gördüm. Ama suçluyu buldum: şarap. Her akşam bir yarım şişe götürüyorum ve dolayısıyla deliksiz uyuyamıyorum. Dün de bayağı hızlı içmişim, bayağı rahatsız etti gece.

Monday, May 16, 2005

Female Homeros' Journey – Part Two
Akşam Ölüdeniz'e geldim ve o kadar şık, özenilmiş bir yerde kalıyorum ki ve Ölüdeniz'in doğası o kadar güzel görünüyor ki tatili önceki kısmına göre büyük bir tezat. Şimdi yazar Eren tatil yapacak.

Sunday, May 15, 2005

Ohh. Nihayet yakaladım. Kaş'ta Kaş'ı, hatta şu anda oturmakta olduğum Olympos Plajı'nı anlatarak yakaladım. Eh, evet Kekova'yı anlatmadım, farkındayım ama internet gezi günlüğü için çok gerekli görmüyorum. Pratik bilgi yok pek, çok da verilmesi önemli olan. Tabii bir de kendime saklıyorum. Ama kronolojik bir dökümünü hem meraklı okuyucu hem de esas kendim için yapayım:

12 Mayıs Kahvaltı. Kaleye çıktım. Su borusunu takip ederek Mehtap Pansiyon'a gittim. Orada bir su, bir bira içtim. Öğlen mercan yedim. Hamakta rehberler ve Medar-ı Maişet Motoru okudum. Kedi göbeğimde uyudu. Yüzdüm. Akşamüstü Amerikalılar geldi. Akşam yine mercan yedim, pansiyon sahibi Salih Bey'le sohbet ettim.

13 Mayıs Kahvaltı ettim. Hamakta okudum. Alt kattaki odaya taşındım. Mehtap Pansiyon'a çıkıp onlarda kalmayacağımı söyledim, dönerken kartpostal aldım. Öğlen karışık meze tabağı yedim. Öğleden sonra yazıp akşam yediye kadar şekerleme yaptım. Mezarların oraya çıktım. Hamakta okudum. Avrupalı kadın ve Hintli adam geldi. Akşam şiş yedim.

14 Mayıs Kayaya yüzüp geldim. Kahvaltı ettim. Hamakta okudum. Odaya gidip yazdım. Amerikalılara takılıp adadaki batık şehri gezdim. Öğlen kalamar tava yedim. Hamakta okudum. Pansiyon sahibinin yeğeniyle hesabı kapadım. Glass Bottom Boat'a bindim.

Kısa bir kronoloji bile uzunmuş. Şimdi de unutulmaması gereken veriler:
  • Yeğeni Yasin'in 20 günlük kızı Cansu
  • İngilizler Tony ve Pat
  • Kale'de 15-16 aileden oluşan toplam 100 kişi varmış.
  • Batan Simena şehri MÖ 3 binde bir depremle yok olmuş.
  • Cami yok ama ezan okunmasını buraya taşıyan bir sistem var.
  • Salih Bey koruma derneğinin başkanı.
  • Üç beş gün önce devlet gelip kaçak yapıları yıktırmış çünkü burası sit alanı.
  • Su, taşıma su.
  • Demirören ve Rahmi Koç'un evleri var. Bir iki yabancıya ev satmışlar.
  • Kale pansiyonun Zilli, Apti ve Kırpık adlı üç köpeği, iki kedisi, bir ördeği var. İkinci ördek ağa düşüp ölmüş.

Kaş Oteli'nden ayrıldıktan sonraki yarı saatim oldukça zevksizdi. Sırtımda ağır çantam (yükü bele vermeyi sağlayan kemerini almayı unutmuşum), yokuş yukarı, tahminimden çok daha uzun bir mesafeyi, kulağımı tersten tutmak şeklinde bir yoldan, Emel'in önerdiği otele yürüdüm. Arşipel Oteli. İşletmecisi Hatice hanım bana iyi davrandı, su verdi, sonra odaya çıkıp duş aldım.

Akşam ve daha sonra sabah bakınca anladım ki Kaş aslında çok sempatik bir yer. Kekova'dan gelince aman şehir şehir, medeniyet medeniyet ama bir de İstanbul'dan bakınca... Turistikleşmesinde bir pespayelik yoksa, nasıl oluyorsa o Uzun Çarşı caddesi boyunca tüm turistik dükkanlar o kadar zevkli ve kibar ki. Barlarında caz çalıyor, çok evrupai dekarasyonlu cafe'leri, restoranları var. Yemyeşil ve çiçek fışkırıyor. Kimse “yes please” demiyor. Sanki şehirden kaçanlar yerlilerle birleşip şehirde beceremediğimiz güzellikleri burada kurup küçük bir ütopya yaratalım demişler.

Es.

Es verdim ki istisna ve çekincelerimi belirtmeden önce hayal kurun, geldiğinizde gözünüz güzelliklere açık olsun. İstisnalar tabii Kaş Oteli, Kaş Restaurant, Glass Bottom Boat ve çıstak çirkin müziği, herşeye rağmen turistik restoranları, dükkanları. Liman manzarası olsun diye seçtiğim restoranın salatası, kalamar tavası ve ahtapotu kötü olmakla kalmayıp, müşterileri tatsız, radyo müziği de çok gereksizdi. Yandaki restoran gibi ne kokar ne bulaşır Norah Jones çalsa ya. Bir diğer çekincem de sezon. 15 Mayıs'ta böyle tam kıvamında. Temmuz, Ağustos hakkında pek birşey diyemem, sorumluluk almam.

Kısaca hem sakin olsun, hem de bankası, doktoru olsun diyorsanız güzel bir yer. Ayrıca ıncık cıncık adalar var, etrafta küçük küçük yerleşimleri var. Çeşme'de Ilıca, Sakızlıkoy, Paşalimanı, Çiftlikköy ne ise, burada da vardır mukabilleri. Hatta Kekova onlardan biri sayılıyor anladığım kadarıyla.

Saat 4:30 gibi. Güneş azalmaya başladı. Hollandalıların çoğu ve diğer plaj sakinleri çekildiler. Etraf sakinleşince dalgaların çakıllara karşı hış hış vurması kaldı. Biramı içiyorum. Burası Olympos Mokamp'ın plajı. Kaş'ın en dibinde yat limanı inşa edilmekte olan koyunda. Karşıda dar boğaz olan yarımadasının mesken olmayan tarafı var. Yüzerek tahminen 15 dakika sürmez. Tam karşıda bir tane ev var sahilde. Kaş şehiriçi kooperatifinin minibüsleriyle 1 liraya gelebilirsiniz. Yazın civcivli zamanlarda vatandaşın denize girmesine engel olan halkla doluyordur. Şimdi burası Akdeniz'in açık denizine baksa pek anlamı olmaz.

Kekova'dan “Glass Bottom Boat”a binince siyah gömlekli, esmer ve çirkin sahibi, çantamı şöyle köşeye koymamı söyledi. “Bu Hollandalılar başkasını tekneye alırsam laf ediyorlar” dedi. Küçük çantayla üst güverteye çıktım ama hem belli ki Hollandalılar her yere yayılmış hem de çok güneş. En köşedeki sandalyeye oturmamla bir adamın Hollanda'ca “Teknede yabancı var” demesi ve benim inmem bir oldu. Hem adamın nalet suratından, hem cümlenin raus'lu, Almanca'ya benzer yapısından hemen anladım ne dediğini.

Aşağıda kafeterya usulü dizilmiş masaların birine oturdum, etrafa baktım, bana diyet kola ikram ettiler. Demir alıp Üçağız'a girdik. Girerkenki kaya parçaları hep vaktiyle oyulmuş. Mezarlar köyün içinde ve etrafında. Karşıdan karşıya tek şehirmiş herhalde. Bir gulet bize bağlandı, bu teknenin sahibinin oğlunun teknesiymiş ve enjektör pompasında bilmemne bozuk olduğu için Kaş'a kadar çekecekmişiz.

Ardından karşı kıyıya tekrar batık şehir kısmına gidince ben diğer tarafa geçtim. Geçmez olaydım. Önce rehberlik yapan schmuck sözcüğünün cuk oturduğu beyzbol şapkalı, havai gömlekli adamla konuşmak durumunda kaldım. Ardından tam yan masalarına oturacaktım ki sahibin arkadaşı yaşlıca adam “yalnız kalma” deyince onun ve tekne sahibinin oturduğu masaya oturmuş bulundum. Tekne sahibi susmuyor, bir taraftan Hollandalılara laf yetiştirip arkalarından küfür ediyor, bir taraftan bana hikayeler anlatıyor. 86'da Beyoğlu'ndan emniyet amiriymiş, herkes ondan çok korkarmış, Taksim meydanında adam dövermiş. Kaş'ta doğduğu için Kaş'a dönmüş sonra. 3000 sterlinle İngiltere'ye gitmiş ama ilk iş çaldırmış. Tüm Avrupa'yı gezmiş. Oğlunun bir İngiliz'den çocuğu varmış ama vizede çok sorun çıkarmalarına kızıp yanına gitmiyormuş. Şu yanından geçtiğimiz koy onunmuş. Kürt mafyasına kızıyormuş, bir kavgada bir Muş'luyu vurup öldürmüş, kendi de yaralanmış, içeride yatmış. Burada çocukken 30 kiloluk balık tutarlarmış tek seferde. Sigaradan o kadar nefret ediyormuş ki bazen sırf sigara içtikleri için otele müşterileri almadığı oluyormuş. 60 odalı oteli varmış Kaş'ta. En yakın Yunan adası 3 mille Meis'miş. Bilmem anlatabildim mi?

Bu arada Hollandalılar, bir turla gelmiş, 65-85 yaş arasında, yaklaşık 40 kişilik bir grup. Başlarındaki adam her sene yeni insanlar getiriyormuş. Kekova'da tekneye tekrar bindikleri andan itibaren güverteden aşağıya inip mütemadiyen önce su, sonra bira, sonra ice tea, sonra şarap, sonra da kahve istediler. Durmadan geliyorlar, ikişer üçer bira istiyorlar, alkol ve güneşten kızardıkları halde devam ediyorlar. İngilizce söylüyorlar, çalışanlardan biri dönüp patrona “şunu bunu istiyorlar” diyor, patron “ver” diyor, ardından küfrediyor. Açık büfe, limitsiz içki şeklinde anlaşma yapmışlar. Hollandalıların da birasının sonu gelmiyor tabii. Ama adam mütemadiyen her bir geldiklerinde laf ediyor: “Çingene bunlar, anlaşmaz olaydım, orada bira 5 Euro tabii, bak şimdi bardak da ister, bak cebine atıyor biraları şerefsiz, bak şimdi iki kahve istediler ya 20 tane daha isterler.” Bir kere anlaştıktan sonra bu kadar laf etmesi saçma sanki ama içi gidiyor her seferinde. Bir taraftan “turist gelecek ama bedavaya tatil yapacak, para harcamayacak” denmesini mikro ölçekte nasıl play out edildiğini görüyor insan, bir taraftan da adamın “Onurlu bir millet olamadık, şunların karşısında el pençe olmaktan kurtulamadık” demesine hak vermemek imkansız.
Adam oteli olduğundan bahsettikten sonra, iki-üç soruyla hemen benim henüz nerede kalacağımı bilmediğimi anladı ve hemen oteli pazarlamaya başladı. Zaten bir süre sonra Kaş körfezine girip de görünmeye başladığında pazarlamasına devam etti. “Bak işte sahildeki, bak çok güzel değil mi?” Restoranı da varmış, 800 kişilikmiş. Oteline ucuz fiyat verirmiş. Hatta otelde birine telefon etti, “bir kız gelecek, 30 lira al, fazla alma, limana gel kızı götür otele.” dedi. Bu arada Hollandalılara küfrederken izzet ikram başladı, kesilmiş soyulmuş elmalar, erikler, sonra da şaraplar (“Bu heriflere o kadar ikram ediyoruz, Türk'e mi etmeyeceğiz?”). Şarap adamda hafiften kafa da yaptı. Ve ben çok sıkıldım tabii, belki de bana tecavüz etmeye niyetlendiğine karar verdim. Buraya bir dipnot koyalım, ben bunları Olympos plajında yazarken, Holllandalılar, bizimkiler, üçer beşer etrafımı sardı. Hiçbiri tanımadı, çarşıda da tanımadılar çok şükür ama ne gerekleri vardı şimdi?

Azap bir 15 dakika daha sürdükten sonra limana vardık. Aman yarabbim Kaş denizden ne kadar çirkin gözüküyor. Çok özel olmayan dağların doğanın ortasında bir apartman yığını. Sağ tepeye doğru çıkan bir şerit var bir de. Kekova'dan, Kale'den sonra buraya gelesim hiç yok! Neyseki limana girince daha sempatik gözüktü.

Bağlayınca, çantamı sırtıma alıp adama teşekür edip koşar adımlarla uzaklaştım ama bana yolu adamın otelinin bir çalışanı gösterdi. Otelini de görmesem ayıp olacak. İyi, gördük, küçücük oda, arka tarafta, sardunyalar var ve hakikaten sahilde.

Saturday, May 14, 2005

Bugün acayip tembellik ettim ama yazmak için pek fırsatım da olmadı. Şimdi de akşam yemeğinden sonra yarı sarhoş yarı uykulu pek yazasım gelmiyor. Ama yarın odada oturup çok yazabilirim çünkü hem burada, Kaş'ta çok yapacak birşey varmış gibi durmuyor, hem de burası daha bir kim kime dum duma. Kimse farketmez bile odada olduğumu.

Friday, May 13, 2005

Burası sakinlik açısından harika olmakla birlikte odama kapanıp istediğim gibi saatlerce yazmak açısından en ideal yer değil belki. O kadar çabuk tanıdı ki pansiyon sahibi ve İngilizler, ortalıkta olmamak dikkat çekiyor sanki. Hayvani, impersonal bir otel olsa bu sorun olmayacak sanki. Kimsenin umurunda olmayacak.

Bu akşam da bir çift geldi. Kadın Avrupalı, hangi memleketten anlamadım, adamsa galiba Hintli. Ben de significant other'ımı getirmek istiyorum buraya ve getirebileceğim bir significant other istiyorum. Sahildeki hamağın birine o kurulsun, birine ben. Karşılıklı sallanıp kitap okuyalım.

Henüz varmadan sağda solda pansiyon tabelaları gördüm. Kekova Pansiyon çok reklam yapmış, demek ki her halükarda orada kalmayacağız. Onun dışında bir iki tane var, iyi. Olur da yer kalmamış olursa yatacak yer bulurum. Derken sahile indik. meydanımsı açıklıkta bıraktı bizi minibüs. Çok güzel bir yer, çok sakin, denizi sakin, koyda yer yer kayalar çıkıyor, Karşıları yer yer dik tepeler. Pontonlar uzanıyor ve yelkenliler bağlamış. Sırtıma çantamı alıp en uca gidinceye, Kale Pansiyon sağda mı solda mı diye bakıncaya kadar bisikletiyle bir zibidi gelip “Hello, you need pension?” diye sordu. “Yok Kale Pansiyon'u arıyorum.” “O burada değil, Kale'de, motorla gideceksiniz.” Agresifliğine prim vermeyip başka bir adama sordum, “Ben seni götüreyim” dedi. Bisikletlinin yaptığını daha iyi rol yaparak yaptı, müşteriyi kaptı yani. Tam binerken sordu, 25 YTL dedi. Yuh ama bindik bir kere. Çingene hesabı da yapamayacağım. Adam beş yaşındaki oğlu ve 20-25 beygirlik motorlu teknesi ile az dalgalı denizde hoplaya hoplaya gittik. Geldiğimiz gibi Kale Pansiyon'u tanıdım, daha önce Nişanyan'ların kitabında gördüğüm resimlerden. Çok şirin, tepeye kurulu küçücük bir köy Kaleköy. Deminki yerin adı Üçağız. Karşıdaki adanın adı Kekova. Antik şehrin adı Simena. Tüm bölgenin adı da Kekova.

Beni bir terasa çıkardı pansiyon sahibi, terasta laptopu başındaki adama ve kadına "I brought you a slave (veya neighbor)” dedi, eşyalarımı koydu ve ben hemen saat 7'de dalıp sabah 8'e kadar, bölük pörçük de olsa uyudum.

Ettim kahvaltımı. Yine çıkayım dışarı diyorum ama aslından iyiyim burada.

Aslında bu tatile bir yıl önce çıkmalıymışım. 10 Mayıs'taydı şirkette ilk kavgalaşmamız. 19 Mayıs'ta yaptığımız aptal bir toplantıdan sonra fıyıvermişlerdi. Belki fazla düşünmeden belki de ayrılmaya karar verip de devredince koşarak tatile gitmeliydim. Kurtlarımı bir senede anca attım. Tabii tatile çıkmak da anca şimdi 30 yaşıma geldiğimde öğrendiğim birşey. Şimdiye kadarkiler tatil değildi ki. Aileyle Çeşme'ye gidilir, git! idi. Hatta zaman zaman istemeye istemeye gittiğimi, orada sıkıldığımı haıtrlıyorum. Bir erkek arkadaşla gezmek, tatil yapmak istiyorum ben. Ama madem yok, tek başıma da giderim. Gidiliyormuş. Emel'in tek başına gezmelerinin değerini tam anlamamıştım. Halbuki maksat kaçmaksa daha sık, dört günlüğüne falan, daha yakına kaçabilirmişim, bundan sonra da kaçmalıyım.

Off, şu Amerikalılar gitsin de kahvaltı edeyim artık.

Thursday, May 12, 2005

Amerikalılar, Amerikalı değilmişler, bir Amerikalı çift, bir Alman çift, bir de Hollandalı çiftmiş. Yaş ortalaması 70. Hadi 65 olsun. Bu İngilizleri de katınca 8 moruk bir de ben ediyor pansiyonda kalan. Var bir gariplik, hem de bir çok gariplik var. Bu Amerikalı et al grubu yemekten sonra hala sahilde kakır kakır gülüyor, bağıra bağıra konuşuyorlar. Elektrik kesintisi muhtemelen bir sigortadan dolayıymış, şimdi geldi, ben de yemekten sonra yazıyorum. Bunlarsa arrogance'larına son sürat devam ediyorlar. Pansiyon sahibi Salih Bey de aslında hep aynı muhabbetten sıkıldıklarını itiraf etti ama Kekova'nın turistikleşmemesi için mücadeleye hazır görünüyor. Bu aptallarsa cennetten çalıntı bu köşede en son Hollanda kraliçesinin ne kadar parası olduğunu tartışmaktalar ve Türk kahvesine sonradan şeker koymaya kalkışmaktalar.

İngilizler rakı içmeye gitti, akşam rakılarını. Ben de cesaret edip defterle terasa çıktım. Deminki bölümü de dışarıda yazdım. Sorana bu geziyi yazıyorum diyeceğim. Which is the truth. İnternete buraları düzgün düzgün buraları anlatan bir tek travelogue göremedim, onun için yazıyorum.

Kekova adasının batı ucunda fener yandı. Üç saniye ara verip iki kere çakıyor.

Terasa çıkmaya cesaret etmenin bir sebebi de elektriklerin kesik olması. Neden bilmiyorum. Öğleden sonradan beri yok. Şimdi de oda iyice karardı. Zaten az ışık alıyordu, şimdi, hele gece hiç yazılamaz. Bir panikle çıktım yani. Yazamasam da çok önemli değil. Amerikalılar gelip limon sıktılar zaten. Bir saat önce gelip ilk iş Efes bira sordular, şimdi sahilde bağıra bağıra konuşup bira içiyorlar.

Moladan iki üç dakika sonra şoför sağa çekti. Herkes merakla bakıyor. Bir fiş yazdı. Cırt, koçandan kopardı. İkinci fişi yazdı, yine cıırt. Yaz, yaz , cıırt. Ya adam, belli değil miydi molada niye yazmadın? Aman Eren saçmalama acelen yok ki. Zaten ondan değil, sadece ilginç geldiğinden mantalite farkı. Belki teftişten falan korktu birdenbire. Yolun sonrasını hızlı geçmeli belki. Önce Kumluca, tepeden inerken deltaya kurulu bir sahil kasabası olduğu görülüyor. Mümkün olsa tepesine tek bir branda geçirip kapayacaklar, o kadar çok sera var. Havaalanı civarında nispeten daha seyrekmiş. Sahilden ve kasabanın içinden geçerken hemen seralık domates, kabak vs. çeşitleri hakkında bilgilendim. Çoğunlukla domates var. Bilmemne No 1 hepsi, hiçbirinin adını hatırlamıyorum ama her seranın başında “En iyisi Andon 1, Fujitsu 1” gibi tezarühat tabelaları ve naylonkondular var.

Yeniden bir dağlar tepeler bir onbeş dakika için falan, sonra tekrar bir delta kasabası: Finike. Yine seralar var ama daha sıklıkla narenciye bahçeleri ve aman tanrım, kasabanın her meydanımtrak kavşağında kiçin allahı narenciye. Ne mandalina ne portakal. Metalden ve kör gözüm parmağı. Kumluca'da da domates biber ve patlıcandan bir heykel vardı ama onu unutuvermek istemiştim. Burada beş dakika mola, minibüsün yarısı boşaldı, bir o kadar yeni insan bindi. Bu arada Batı Antalya adlı şirketle seyahat etmekte olduğumun bilincine vardım.

Yine dağ tepe, sol sağ yeşil... Yok yok, burada bir kadın bindi ve bayan yanı olarak bir tek benim yanımı buldu. Yola çıktık, yol deniz boyunca sarp yarlardan geçiyor. Makinalar yol yapmak için kazdıklarını aynen denize doğru, 25-30 metrelik aralığa dökmüşler. Ama düzgün asfaltlanmamış, toz topraktan geçiyoruz, çukurlara girmemek için yolun bir solundan bir sağından. Yanımdaki kadın “bu şoför bizi öldürecek galiba” diye heyecan yapıyor. Bu yolda artık çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Şu Kekova her neresiyse bayağı güzel bir yer olmalı, bu yolu çektiğime değen bir yer olmalı diye düşünüp şimdiye kadarki yeşilliğe bakacak olursan ne kadar kötü olsa da doğası kötü olmayacak diye moralimi düzelttim. Demre'nin otogarı dışında pek birşey kalmamış aklımda. Ama nüfusu 25.100 olan orasıydı galiba. Haksızlık etmek istemem ama ben çok yorgundum herhalde. O durakta Antalya'dan binmiş 2 kişi hariç herkes inmişti ama yeniden, daha çok öğrencilerle doldu. Bir on dakika gitmişizdir belki. Derken Kekova Üçağız sapağı göründü: 19 km. Ohh! Yolu düzgündü, çok şükür. Yeşil ve sakin, gayrımedeniyete giden bir yol belli ki.

Derken minibüs geldi: Kumluca- Finike-Demre-Kekova. Üç gibi çıktık yola. Bir ben varım yerli olmayan. Biraz daha şehir, çok adını duyduğum ama uzunluğundan başka bir özelliğini göremediğim Konyaaltı plajı, sonra sağı solu çam ağaçlarıyla kaplı bir yol. Anlatmamın sebebi, kısmen benim bunları önceden okuyup bilebileceğim bir kaynak--en azından internette--bulamamış olmam. Haritalar da yetmiyor. Yukarıda adı geçen yerleşim yerlerinin sırası ve ne kadar yolum olduğu konusundan pek fikrim olmadığından, arada sırada beliren tabela yığınlarını pürdikkat okumaya çalışıyorum. Adını duyduğum ama hiçbir zaman tam register etmediğim otel ve tatil köylerinin adını görüyorum. Rixos, Magic Life falan. Önce Beldibi Tatil Köyleri diye tabela var, 10 km boyunca. Sonra Göynük Tatil köyleri. Sol tarafta yani sahil boyunca bazı belli ki çirkin şehirleşmiş yerler. Yaklaşık 45 dakika sonra vardığımız Kemer'i pek hatırlamıyorum bile, merkezine girmedik çünkü. Sonrasında da ben hem acıktım, o sandviç pek kesmedi tabii ki, hem de sağ arka köşede güneşi yediğim için piştim, kötü oldum. Bir yarım saat sonra bir gözlemecide mola verdik. 10 dakika! Şimdi 10 dakika molası varsa daha ne kadar çok yolu var diye merak ettim. Ama yine Kekova'nın ne kadar uzakta olduğunu bilmediğim için ha vardık ha varacağız hissiyle devam ettim. Gözleme ve çay iyi geldi tabii ki.

Öyle güzel ve sakin ki burası, hiç öyle buraya gelme sebebim olan dertlerimi deşesim yok. Hayatta ne yapmak istediğimi figure out edesim, geçmişimle hesaplaşasım yok. O dertler orada kalsa da ben burada keyfime baksam? Ya da yazmasam? Yazmasam da yazmak üzere düşündüğüm şeyleri düşünmekle kalabilsem ve yine de düşünceleri dağınık hallerinde toplayabilsem? Ama ne yazık ki listelerin adamıyım ben. Askeri düzene girmeleri gerekiyor ki yeniden uçuşabilsinler. Şimdiye kadar aldığım iş teklifleri listesi. Yazmayı düşünüğüm kitaplar listesi. Eyvah yapılması gerek diye başkalarının dert etmemi sağladıkları işlerin listesi. Bu tatilde görmek istediğim yerlerin listesi. Ay ne biliim, şu sahilde oturur yazarsam rahatlarım. Ya da ne bileyim, ne acelesi var, iki hafta sürteceğim ne de olsa.

Happy happy I am happy, defter defter here I come. Odada yazıyorum yine ama olsun, zaten çok güneş.

Dün öğlen 12.15'te uçağa bindim. Atlasjet. Selçuk 1973 model, üstü açık Tip 181 model vosvosla beni havaalanına bıraktı. Daha binaya girip güvenliği geçmeden bir sırıtma aldı beni: “Nihayet özgürüm, nihayet istediğim tatile çıkıyorum, nihayet yalnız kalacağım.” Uçak rötarlı kalktı, daha doğrusu kalkmış çünkü kaptan söyledi ama kalkana kadar ben uyuyakaldım. Sandviç verdiklerinde bir uyandım, hızla yedim çünkü açtım. Sonra inene kadar dışarı baktım. nerelerde olduğumuz konusunda pek bir fikrim yoktu; bir ara önümdeki adam, yanındaki amirine “Isparta burası” dedi. Nereden anladı hiçbir fikrim yok. Sonra yerde beyaz beyaz şeritler görünmeye başladı. Seralar. Yer gök sera. Bu arada inişe geçtik ve ileride yüksek binalar göründü: şehir yani. Ben de böylece ne kadar cahil olduğumu anladım. Ben nedense hep sadece Dalaman havaalanı olduğunu zannedip Antalya'da ayrıca bir havaalanı olduğunu bilmiyor, Dalaman'a inmeyi bekliyorum.

İndik, küçücük ve tipik havaalanı binasına yürüdük, bavulumu alıp Havaş otobüsüne bindim. Bu arada saat iki civarı. Sabah Kale Pansiyon'a telefon ettiğimde konuştuğum adam saat üç gibi Falez Otel'in karşısından minibüsler kalktığını söylemişti. Onun için heyecanlı, restless zamanlarım başladı. Bir an önce kalksın istiyorum, bir taraftan da ne kadar süreceğini bilmediğim için belki de anlamı yok. Şoför bileti kesmeye geldi, nerede ineceğimi sordu. “Falez otel, gittiğiniz yolun sonuna kadar gitmem mi gerek, daha önce mi ineceğim?” soruma şöyle manasız bir cevap verdi: “Son duraktan üç durak önce.” Belli ki yolu bilmiyorum, bana ne faydası var bu bilginin? Ayrıca sondan sayma imkanım var mı? Neyse ki artık biliyor, haber verir diye ümit ettim.

Yola çıkıp şehrin ortasından veya muhtemelen uzantıları olan bir mahallelerin ana caddelerinden geçtik. Çirkin tabelalar, yapışık manasız apartmanlarla dolu. İzmir'de Üçkuyular'a giden yolları andırıyor biraz ama bir sokak ötede deniz olduğuna, Akdeniz sahilinde olduğumuza dair hiçbir belirti yok. İstanbul'a nazaran bir rahatlık farkediliyor olsa olsa.

Onbeş dakika Falez otelinin karşısındaydık. Sahildeki otelin arka tarafında o kadar büyük Falez yazıyor ki kaçırmaya imkan yok. Yanında Sheraton. Zaten diğer tarafta da minibüsler. Bir iki kişiyle indim, sordum Kekova minibüsünü, sorduğum adamlar bilmiyor, onların sorduğu şoför de iki buçukta dedi. Üç beş dakika geçmiş gerçi ama ha geldi ha gelecek demek istiyor anlaşılan. Bir de İngilizce söylemeye çalışıp saatini gösteriyor. Hoşgeldiniz turist zannedilmeceye.

Gelen her minibüse bakıyorum, üstünde yazacak mı yazmayacak mı bilmiyorum, salak salak sormak istemiyorum, arada sırada arkalara doğru yürüyüp çantama birşey olmasında diye geri yürüyorum. Bu arada minibüslerin önünde yazan yer adları da pek birşey ifade etmiyor. Çoğu Beldibi, Göynük, Kemer ve daha güneye gideceğimi biliyorum ama yine de kestiremiyorum. Bu kaçırma stresinin yanında bir de “para çekmeli miydim, zamanım var mı, acaba Garanti nerede, sonradan çok yakında olmuş olduğunu öğrenirsem kıl olmaz mıyım?” diye geriliyorum. Hele bir de minibüsü göz göre göre kaçırırsam daha kıl olacağım çünkü bir daha minibüs yok ve şehirde kalmam veya Olympos'u falan araştırmam gerekecek.

Bir kere vardım ya artık buraya, yazma hevesimi yitirdim. Kaç haftadır heyecanla bekliyordum ama şimdi “Ne, bir de yazmak mı gerek?” hissindeyim. Dünü bugün yazıp hızla yakalarsam günbegün bu yolculuğun günlüğünü de tutabilirim. Kekova'da, daha doğrusu Kale'de yani antik Simena'nı bulunmuş olduğu adanın sahilinde sempatik bir pansiyondayım. Hava harika, manzara ve sessizlik harika ama dışarıda yazmam için iki engel var. Birincisi cesaret tabii, diğeri de dışarıda yazan moruk İngiliz. Karşı odada bir İngiliz çift var, odalarının önündeki balkonda adam laptop'unu açmış çalışıyor. Demin de kahvaltıda defterine bir notlar alıyordu. Mekanlarını invade etmem yetmiyormuş gibi bir de adamın yazma alanını invade edemem, etsem de ben rahat yazamam. Neyse, bakacağız duruma. Şimdi zaten etrafı teftiş edip kaleye çıkacağım.