Kekova-Kaş-Kalkan-Ölüdeniz
Tuesday, December 21, 2010
Wednesday, May 18, 2005
Menüyü görünce bir an pişman oldum çünkü tipik bir turistik menüydü. Uzun, tipografisi kiç ve imla hataları dolu ve tipik averaj yemekler, sadece İngilizce yazılmış. Yok, günahlarını almayayım, imla hataları çok az olmuş olabilir. Fazla risk almamak için salata ve kalamar istedim. Domates ve soğan salatası, özellikle domatesin güzelliğinden, harikaydı. Kalamar da aslında riskti ama son iki seferdir bayağı kötüsünü yemiştim, deneyeme devam edecektim. Son iki seferdir değil, bayağı uzun süredir yediğim en iyi kalamardı. Zaten bir süre sonra terastaki tüm masalar doldu, diğer restoranlar hala boştu. Adı Akın restoran.
Bu arada aldığım kitabı okumaya başladım: Lycia. Arkeolog Cevdet Bayburtluoğlu yazmış, profesör. Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü'nün yayını. İngilizce (yani Türkçe yazmış ama çevrilmiş) ama çok iyi yazmış. Likya'ya 1954'te ilk gelişini ve yolun zorluğunu, sonra öğrencileri ile bir geldiğinde aç kalma derecesine gelmelerini anlatmış. Sonra da coğrafyasında bahsedip Likya tarihine ve tek tek kalıntılara ve antik şehirlere geçiyor. Coğrafyasına kadar olan bölümden, oraları tutkuyla sevdiği, çok katlı binalara izin veren, hayvanları vuran, seraları ve hormonları / ilaçları narenciyeye tercih eden anlayışa kızıyor ve derin endişe duyuyor. Yeterince okursam bir yerleri gezinmeye niyetlenebilirim ama sanmıyorum.
Kalkan Kaş'tan daha küçük. Liman küçük olmasa da az sayıda tekne var. Limanın iki tarafına doğru ise, muhtemelen çok da uygun sahil olmadığından ne kumsal ne de beach yok. Genelde denizle içli dışlı bir yer gibi görünmüyor yani. Zaten otobüs durağının yukarısı, tepelere doğru hep yabancılara pazarlanan otel ve daireler dolu. Yine emlak faaliyeti.
Sırtlandım çantayı, tekrar yukarı. O teraslı restorana gitmezsem içimde kalacak. Yolda kesilmiş ve lamba, mumluk olarak kullanılan çömlekler, seramik fincan ve vazolar, mermer nesneler ve dahi kilim / halı satan bir dükkandan 8 tane minyatür güveç aldım, 4-5 santim çapında. Başka dükkanlar da karıştırdım, sonra Coast adındaki bu restorana girdim, bir kat çıktım, bir masa etrafında 3-5 genç. Çantamı bırakıp bir kat daha çıktım terasa. Denize en uzak iki masanın tepesinde şemsiye var, diğer masalar yanıyor. İyi, ne yapalım, arkaya oturdum.
Şimdiye kadar pek yemekten bahsetmemiştim ama burada yine yemek eleştirmenliğim tuttu. Menü "international." Masaya örtü veya Amerikan servis yerine son moda olan, karşıdan karşıya şerit örtü koydular. Şirin tuzluk-biberlik. Mavi kumaş peçete ve kıskandıran peçete halkası. Sandalyeler bu arada beyaz deri taklidi. İki köşede koltuklar var. Ortada minik bir japon çeşmesi. İstediğim roka salatası kocaman bir tabakta, şık ve lezzetli, hem de pestolu, çam fıstıklı, mısırlı falan, harika. Ardından yediğim crumble o sıcakta fazla geldiyse de lezzetli, dondurması da çok iyi geldi. O kadar günden sonra bir de espresso. Bir vaha burası. Tuvaletin de şirinliğini ve özenilmişliğini görünce hayran oldum. Kadın eli değmiş olduğunu, sahibinin bir süre önce buraya yerleşmiş bir Avrupalı kadın olduğunu tahmin ettim.
Kalkan'ın buradan görünen başka bir hali var. Teras-kasaba. Her binanın en tepesini ne derecede deniz görüyor olursa olsun, hemen teras yapmışlar. Şu öndekinde bir çift kitap okuyor, mesken orası belli ki. Aşkam üstü, güneş batışında, güneşin kızgınlığı azalıp serinlediğinde ve gece başka başka keyfi var belli ki.
Tüm menüyü deneyemediğime üzülüp hesabı istiyorum, bir kat iniyorum. Çantamı sırtlarken sahibinin Türk mü yabancı mı olduğunu soruyorum. Bana menüyü getiren, parmak arası terlikli esmer tip “Sahibi benim” diyor! Dokuz gün olmuş açılalı. Sultanahmet'ten gelmişmiş. Beğendiğimi söylüyorum, hayırlı olsun diyorum ve gelenlere tavsiye edeceğimi söylüyorum.
Hemen çıkışta tam karşıda elbise ve bluzlar satan bir dükkan var. İçeride kumaş ruloları ve dikiş makinası. Miskin bir köpek ve sempatik bir kadın. Deneye deneye, karıştıra karıştıra, farklı bedenler isteye isteye anneme fıstık yeşili bol bir elbise, babama bej uzun kollu bol bir bluz, kendime kolsuz, çizgili bir bluz alıyorum.
Ardında postaneden kartpostalı gönderdim, otobüs durağına geri yürüdüm. Gar falan diyemiyorum çünkü bir kavşağın köşesinde yanyana dizili 3-4 “yazıhane”den ibaret. 15 dakika içinde gelirmiş Fethiye otobüsü.
Bu arada tam otobüs şirketlerininki haricinde kargo şirketi olmadığını öğrenmişken bir Yurtiçi Kargo minibüsü geçiyor, koşup durduruyorum. Elbiseleri, bitirdiğim ve okumayacağım birer kitabı, minyatür güveçleri gönderiyorum İstanbul'a. Sonuçta 3-4 saat geçirdiğim Kalkan'dan olumlu bir izlenimle ayrılıyorum.
İnsanlar bütün yol boyunca inanılmaz iyi davrandılar bana. Hem insaniyetlerini kaybetmemiş ve rahat olduklarından hem de ben tek başına seyahat eden, belli ki biraz kaçık bir kadın olduğumdan kolluyorlar, yol gösteriyorlar. Kimse garipsemiyor nedense. Kekova'da sadece Salih Bey değil, turistler de iyi davrandı, bulaşmadı. Kaş yolunda o Şevket Bey babacan / mafioso tavrıyla iyi davranırken personeli sürekli gülümsüyor. Kaş'ta Levent zaten yeğeniymişim gibi davrandı, her türlü şımarıklığa teşvik etti. Burada bile ilk geldiğimde sahilden girdim kahvaltı masalarının olduğu yere, girişteki kadın ve bir çalışan “yardımcı olabilir miyiz?” dediler, ne işiniz var gibisinden. Sırt çantalı paspal halimle öyle tezat oluşturuyorum ki. Odaya yerleşip sonra içkiye yemeğe çıkınca, o girişteki kadın, otel sahibesi Günsenin hanım, kendisinin de dağ taş sırt çantasıyla gezdiğini, backpacker'ı anında tanıdığını söyledi. En korktuğum yerde bile, kanı ısındı, she took an instant liking. Kaş'ta oteli ararken halime acıyan üç kadın, Kalkan'da tüm dükkan sahipleri, Levent'in mangal partisindeki arkadaşları. Hoşlarına gittim belli ki. Mayıs ortasında, tek başına, sırt çantalı, Türk. Bir de üstüne üstlük çok çalışıp da tatile gelmiş değil, Homer gibi iç yolculuk yapmaya gelmiş. Bir de üstüne üstlük tek başına olmaktan hiç rahatsız değil, aksine uzun uzun yiyor, keyfini çıkara çıkara. Şarabını kaçırmadan.
Tuesday, May 17, 2005
100-150 metre sonra fikrimi değiştirdim. Harita satan bir dükkan gördüm. Antalya'dan Fethiye'ye olan alanı, yani Likya'yı içeren çeşit çeşit, detaylı haritalar. Sonra bir de baktım kitaplar. Kaş'ta aranıp bulamamıştım kitapçı. Sormamıştım gerçi. Ama keşke şöyle buraların tarihini anlatan, detaylı bir kitap olsa diyordum. Bir değil birkaç kitap vardı, birini seçtim. Bir de kartpostal seçtim. Dükkanın içine girdim. Semazen resimleriyle doluydu. Para verirken “Keşke buraların resimleri olsaydı” dedim, sahibi olduğunu tahmin ettiğim adama. “Görüntüler içeren kaset hazırladık, ressamlara gönderdik, çizecekler” dedi. “Hm, böyle bir dükkan olduğuna göre Kalkan çok da kötü bir yer olamaz” dedim kendi kendime.
Biraz önce otelden çıktım, havlu baktım, seçemedim ve yürümeye başladım. Binalar bitince sağda taksi durağı, postane ve minibüs garajı. Etrafta "Ölüdeniz Tabiat Parkı Hoşgeldiniz” tabelaları. Park girişi. Orada da Türk olduğumu hemen anlamalarından, nasıl anlayıverdiklerini nihayet kesin olarak çözdüm. Şapkam, uzun kollu bluzum ve pantalonumdan. Ben güneşten deli gibi korunurken önümdeki çift mümkün olduğunca cıbıl. Bir de etrafta bu kadar turist görünce anlıyorsun ki you can just tell.
Park girişinde 2.25 YTL verdikten sonra taştan bir yoldan yürünüyor. Ortası yer yer çiçek, yer yer çimen. Sağ sol ökaliptüs ağacı. Biraz yürüdükten sonra kumsala inip denizden yürümek istiyorum. Gidiyorum ama batıyorum. Kumsaldan nefret ediyorum, ince kum olan iç taraflarında da çakıl olan denize yakın taraflarında da ayaklarım sürekli batıyor. Terliği çıkarsam daha beter. Şükür sıcak değil. Üstelik büyük hayalkırıklığı. Hep Ölüdeniz'de incecik kum olduğunu hayal etmiştim. Pes edip geri taş yola çıkıyorum, devam ediyorum, büfeteryasından geçiyorum, tekrar plaja iniyorum. Hollandalılar denize girmiş bile. Yine batıyorum, zor ilerliyorum ama artık burnuna geldim sayılır, dönüp iç tarafını göreyim. Yok olmadı, burna, döndüğü yere varınca tekrar taşlı yol.
Bu kumsal ve batma olayına kıl olduğum yetmiyormuş gibi şemsiyelere de kıl oldum. İlk önce Lipton Ice Tea plajına inmiştim. Şimdi de Algida plajındayım. Pis radyo müziği de var. Ya neden bu doğa güzelliğine kadar girmesine izin veriyoruz ulusaşırı dev şirketlerin zevksiz derecede renkli şemsiyelerinin? Fransız rivierasında var mı, ya da Finlandiya'da? Hatta Tayland'da? Aslında var mı bilmiyorum ama Avrupalıların milliyetçi duygularla ve akıllı turizm politikalarıyla izin vermediklerini, Tayland'da da tam da ulusaşırı devlerden uzaklığı, egzotikliği pazarlamak yönünde hasırlar bambular kullanıldığını–belki oryantalist bir bakışla—hayal ediyorum.
Bir ökaliptüs ağacının gölgesinde oturmuştum, güneş döndü, şezlongu ileri almak durumundayım enseme güneş gelmemesi için.
Burnu döndüm, lagün tarafına geldim. Biraz ileride zaten sazlık olduğu için lagüne bakan tarafta uzun süre gölge vaad eden bir ökaliptüs ağacının batısındaki bir şezlonga yerleştim. Şezlongu gittikçe kuzeye, sonra doğuya çekeceğim anlaşılan.
Görevli bir genç çocuk geldi. Şezlong için 4 YTL aldı. Şemsiye parası ayrı. Ben istemedim. Etrafta çok az insan var, saat tahminim 11 falan. Yani yaz ortası burası curcuna olunca anlamı kalıyor mu acaba dünyanın en güzel yerlerinden birinde olmanın?
Biraz hayalkırıklığı ve şaşkınlıkla karşılamış olmama rağmen, tasvir etmenin de okuyucuyu tam hazırlayacağını düşünmüyorum. Hayalkırıklığını anlattım. Şaşkınlık çünkü meşhur burnun iç tarafında, kuzeyinde bir lagün olduğunun, karşı kıyıda da kumsal ve binalar olduğunun farkında değildim. Ne de lagünün kendi başına sakin ve güzel bir doğa parçası olduğunun. Ayrıca şimdiye kadar gördüğüm resimlerden orada nasıl bir takım oteller olabildiğini anlamamıştım, Nişanyan'ların kitabındaki "otel cambul cumbulunu." Meğer Fethiye'den 3-5, burada bir iki kilometre uzaklıktaki Hisarönü ve Ovacık köylerinden başlayarak, Marmaris'ten alışık olduğumdan daha da beter bir İngiliz çöplüğü varmış. Daha yukarıda olan bu köylerde sadece İngilizce yazılar. Dağ taş bidik bidik binalar, resort, paradise, garden adı verilen kutular, emlak ve inşaat ilanları, English breakfast'lar, pizzacılar, Çin ve Hint lokantaları ve turistik daha bir sürü şey. Ardından buraya inince bütün vadi aynı şehirleşmiş / şehirleşememiş mezbelelik. Ama o yan vadi. Kumburnu'nun olduğu meşhur vadiyle mezbelelik vadisini çok da yüksek olmayan ama yeten bir tepe ayırıyor. İki vadinin ortak noktası güneye bakan upuzun kumsal.
Yine garip rüyalar gördüm. Ama suçluyu buldum: şarap. Her akşam bir yarım şişe götürüyorum ve dolayısıyla deliksiz uyuyamıyorum. Dün de bayağı hızlı içmişim, bayağı rahatsız etti gece.
Monday, May 16, 2005
Akşam Ölüdeniz'e geldim ve o kadar şık, özenilmiş bir yerde kalıyorum ki ve Ölüdeniz'in doğası o kadar güzel görünüyor ki tatili önceki kısmına göre büyük bir tezat. Şimdi yazar Eren tatil yapacak.
Sunday, May 15, 2005
12 Mayıs Kahvaltı. Kaleye çıktım. Su borusunu takip ederek Mehtap Pansiyon'a gittim. Orada bir su, bir bira içtim. Öğlen mercan yedim. Hamakta rehberler ve Medar-ı Maişet Motoru okudum. Kedi göbeğimde uyudu. Yüzdüm. Akşamüstü Amerikalılar geldi. Akşam yine mercan yedim, pansiyon sahibi Salih Bey'le sohbet ettim.
13 Mayıs Kahvaltı ettim. Hamakta okudum. Alt kattaki odaya taşındım. Mehtap Pansiyon'a çıkıp onlarda kalmayacağımı söyledim, dönerken kartpostal aldım. Öğlen karışık meze tabağı yedim. Öğleden sonra yazıp akşam yediye kadar şekerleme yaptım. Mezarların oraya çıktım. Hamakta okudum. Avrupalı kadın ve Hintli adam geldi. Akşam şiş yedim.
14 Mayıs Kayaya yüzüp geldim. Kahvaltı ettim. Hamakta okudum. Odaya gidip yazdım. Amerikalılara takılıp adadaki batık şehri gezdim. Öğlen kalamar tava yedim. Hamakta okudum. Pansiyon sahibinin yeğeniyle hesabı kapadım. Glass Bottom Boat'a bindim.
Kısa bir kronoloji bile uzunmuş. Şimdi de unutulmaması gereken veriler:
- Yeğeni Yasin'in 20 günlük kızı Cansu
- İngilizler Tony ve Pat
- Kale'de 15-16 aileden oluşan toplam 100 kişi varmış.
- Batan Simena şehri MÖ 3 binde bir depremle yok olmuş.
- Cami yok ama ezan okunmasını buraya taşıyan bir sistem var.
- Salih Bey koruma derneğinin başkanı.
- Üç beş gün önce devlet gelip kaçak yapıları yıktırmış çünkü burası sit alanı.
- Su, taşıma su.
- Demirören ve Rahmi Koç'un evleri var. Bir iki yabancıya ev satmışlar.
- Kale pansiyonun Zilli, Apti ve Kırpık adlı üç köpeği, iki kedisi, bir ördeği var. İkinci ördek ağa düşüp ölmüş.
Akşam ve daha sonra sabah bakınca anladım ki Kaş aslında çok sempatik bir yer. Kekova'dan gelince aman şehir şehir, medeniyet medeniyet ama bir de İstanbul'dan bakınca... Turistikleşmesinde bir pespayelik yoksa, nasıl oluyorsa o Uzun Çarşı caddesi boyunca tüm turistik dükkanlar o kadar zevkli ve kibar ki. Barlarında caz çalıyor, çok evrupai dekarasyonlu cafe'leri, restoranları var. Yemyeşil ve çiçek fışkırıyor. Kimse “yes please” demiyor. Sanki şehirden kaçanlar yerlilerle birleşip şehirde beceremediğimiz güzellikleri burada kurup küçük bir ütopya yaratalım demişler.
Es.
Es verdim ki istisna ve çekincelerimi belirtmeden önce hayal kurun, geldiğinizde gözünüz güzelliklere açık olsun. İstisnalar tabii Kaş Oteli, Kaş Restaurant, Glass Bottom Boat ve çıstak çirkin müziği, herşeye rağmen turistik restoranları, dükkanları. Liman manzarası olsun diye seçtiğim restoranın salatası, kalamar tavası ve ahtapotu kötü olmakla kalmayıp, müşterileri tatsız, radyo müziği de çok gereksizdi. Yandaki restoran gibi ne kokar ne bulaşır Norah Jones çalsa ya. Bir diğer çekincem de sezon. 15 Mayıs'ta böyle tam kıvamında. Temmuz, Ağustos hakkında pek birşey diyemem, sorumluluk almam.
Kısaca hem sakin olsun, hem de bankası, doktoru olsun diyorsanız güzel bir yer. Ayrıca ıncık cıncık adalar var, etrafta küçük küçük yerleşimleri var. Çeşme'de Ilıca, Sakızlıkoy, Paşalimanı, Çiftlikköy ne ise, burada da vardır mukabilleri. Hatta Kekova onlardan biri sayılıyor anladığım kadarıyla.
Aşağıda kafeterya usulü dizilmiş masaların birine oturdum, etrafa baktım, bana diyet kola ikram ettiler. Demir alıp Üçağız'a girdik. Girerkenki kaya parçaları hep vaktiyle oyulmuş. Mezarlar köyün içinde ve etrafında. Karşıdan karşıya tek şehirmiş herhalde. Bir gulet bize bağlandı, bu teknenin sahibinin oğlunun teknesiymiş ve enjektör pompasında bilmemne bozuk olduğu için Kaş'a kadar çekecekmişiz.
Ardından karşı kıyıya tekrar batık şehir kısmına gidince ben diğer tarafa geçtim. Geçmez olaydım. Önce rehberlik yapan schmuck sözcüğünün cuk oturduğu beyzbol şapkalı, havai gömlekli adamla konuşmak durumunda kaldım. Ardından tam yan masalarına oturacaktım ki sahibin arkadaşı yaşlıca adam “yalnız kalma” deyince onun ve tekne sahibinin oturduğu masaya oturmuş bulundum. Tekne sahibi susmuyor, bir taraftan Hollandalılara laf yetiştirip arkalarından küfür ediyor, bir taraftan bana hikayeler anlatıyor. 86'da Beyoğlu'ndan emniyet amiriymiş, herkes ondan çok korkarmış, Taksim meydanında adam dövermiş. Kaş'ta doğduğu için Kaş'a dönmüş sonra. 3000 sterlinle İngiltere'ye gitmiş ama ilk iş çaldırmış. Tüm Avrupa'yı gezmiş. Oğlunun bir İngiliz'den çocuğu varmış ama vizede çok sorun çıkarmalarına kızıp yanına gitmiyormuş. Şu yanından geçtiğimiz koy onunmuş. Kürt mafyasına kızıyormuş, bir kavgada bir Muş'luyu vurup öldürmüş, kendi de yaralanmış, içeride yatmış. Burada çocukken 30 kiloluk balık tutarlarmış tek seferde. Sigaradan o kadar nefret ediyormuş ki bazen sırf sigara içtikleri için otele müşterileri almadığı oluyormuş. 60 odalı oteli varmış Kaş'ta. En yakın Yunan adası 3 mille Meis'miş. Bilmem anlatabildim mi?
Bu arada Hollandalılar, bir turla gelmiş, 65-85 yaş arasında, yaklaşık 40 kişilik bir grup. Başlarındaki adam her sene yeni insanlar getiriyormuş. Kekova'da tekneye tekrar bindikleri andan itibaren güverteden aşağıya inip mütemadiyen önce su, sonra bira, sonra ice tea, sonra şarap, sonra da kahve istediler. Durmadan geliyorlar, ikişer üçer bira istiyorlar, alkol ve güneşten kızardıkları halde devam ediyorlar. İngilizce söylüyorlar, çalışanlardan biri dönüp patrona “şunu bunu istiyorlar” diyor, patron “ver” diyor, ardından küfrediyor. Açık büfe, limitsiz içki şeklinde anlaşma yapmışlar. Hollandalıların da birasının sonu gelmiyor tabii. Ama adam mütemadiyen her bir geldiklerinde laf ediyor: “Çingene bunlar, anlaşmaz olaydım, orada bira 5 Euro tabii, bak şimdi bardak da ister, bak cebine atıyor biraları şerefsiz, bak şimdi iki kahve istediler ya 20 tane daha isterler.” Bir kere anlaştıktan sonra bu kadar laf etmesi saçma sanki ama içi gidiyor her seferinde. Bir taraftan “turist gelecek ama bedavaya tatil yapacak, para harcamayacak” denmesini mikro ölçekte nasıl play out edildiğini görüyor insan, bir taraftan da adamın “Onurlu bir millet olamadık, şunların karşısında el pençe olmaktan kurtulamadık” demesine hak vermemek imkansız.
Adam oteli olduğundan bahsettikten sonra, iki-üç soruyla hemen benim henüz nerede kalacağımı bilmediğimi anladı ve hemen oteli pazarlamaya başladı. Zaten bir süre sonra Kaş körfezine girip de görünmeye başladığında pazarlamasına devam etti. “Bak işte sahildeki, bak çok güzel değil mi?” Restoranı da varmış, 800 kişilikmiş. Oteline ucuz fiyat verirmiş. Hatta otelde birine telefon etti, “bir kız gelecek, 30 lira al, fazla alma, limana gel kızı götür otele.” dedi. Bu arada Hollandalılara küfrederken izzet ikram başladı, kesilmiş soyulmuş elmalar, erikler, sonra da şaraplar (“Bu heriflere o kadar ikram ediyoruz, Türk'e mi etmeyeceğiz?”). Şarap adamda hafiften kafa da yaptı. Ve ben çok sıkıldım tabii, belki de bana tecavüz etmeye niyetlendiğine karar verdim. Buraya bir dipnot koyalım, ben bunları Olympos plajında yazarken, Holllandalılar, bizimkiler, üçer beşer etrafımı sardı. Hiçbiri tanımadı, çarşıda da tanımadılar çok şükür ama ne gerekleri vardı şimdi?
Azap bir 15 dakika daha sürdükten sonra limana vardık. Aman yarabbim Kaş denizden ne kadar çirkin gözüküyor. Çok özel olmayan dağların doğanın ortasında bir apartman yığını. Sağ tepeye doğru çıkan bir şerit var bir de. Kekova'dan, Kale'den sonra buraya gelesim hiç yok! Neyseki limana girince daha sempatik gözüktü.
Bağlayınca, çantamı sırtıma alıp adama teşekür edip koşar adımlarla uzaklaştım ama bana yolu adamın otelinin bir çalışanı gösterdi. Otelini de görmesem ayıp olacak. İyi, gördük, küçücük oda, arka tarafta, sardunyalar var ve hakikaten sahilde.
Saturday, May 14, 2005
Friday, May 13, 2005
Bu akşam da bir çift geldi. Kadın Avrupalı, hangi memleketten anlamadım, adamsa galiba Hintli. Ben de significant other'ımı getirmek istiyorum buraya ve getirebileceğim bir significant other istiyorum. Sahildeki hamağın birine o kurulsun, birine ben. Karşılıklı sallanıp kitap okuyalım.
Beni bir terasa çıkardı pansiyon sahibi, terasta laptopu başındaki adama ve kadına "I brought you a slave (veya neighbor)” dedi, eşyalarımı koydu ve ben hemen saat 7'de dalıp sabah 8'e kadar, bölük pörçük de olsa uyudum.
Off, şu Amerikalılar gitsin de kahvaltı edeyim artık.
Thursday, May 12, 2005
Kekova adasının batı ucunda fener yandı. Üç saniye ara verip iki kere çakıyor.
Terasa çıkmaya cesaret etmenin bir sebebi de elektriklerin kesik olması. Neden bilmiyorum. Öğleden sonradan beri yok. Şimdi de oda iyice karardı. Zaten az ışık alıyordu, şimdi, hele gece hiç yazılamaz. Bir panikle çıktım yani. Yazamasam da çok önemli değil. Amerikalılar gelip limon sıktılar zaten. Bir saat önce gelip ilk iş Efes bira sordular, şimdi sahilde bağıra bağıra konuşup bira içiyorlar.
Yeniden bir dağlar tepeler bir onbeş dakika için falan, sonra tekrar bir delta kasabası: Finike. Yine seralar var ama daha sıklıkla narenciye bahçeleri ve aman tanrım, kasabanın her meydanımtrak kavşağında kiçin allahı narenciye. Ne mandalina ne portakal. Metalden ve kör gözüm parmağı. Kumluca'da da domates biber ve patlıcandan bir heykel vardı ama onu unutuvermek istemiştim. Burada beş dakika mola, minibüsün yarısı boşaldı, bir o kadar yeni insan bindi. Bu arada Batı Antalya adlı şirketle seyahat etmekte olduğumun bilincine vardım.
Yine dağ tepe, sol sağ yeşil... Yok yok, burada bir kadın bindi ve bayan yanı olarak bir tek benim yanımı buldu. Yola çıktık, yol deniz boyunca sarp yarlardan geçiyor. Makinalar yol yapmak için kazdıklarını aynen denize doğru, 25-30 metrelik aralığa dökmüşler. Ama düzgün asfaltlanmamış, toz topraktan geçiyoruz, çukurlara girmemek için yolun bir solundan bir sağından. Yanımdaki kadın “bu şoför bizi öldürecek galiba” diye heyecan yapıyor. Bu yolda artık çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Şu Kekova her neresiyse bayağı güzel bir yer olmalı, bu yolu çektiğime değen bir yer olmalı diye düşünüp şimdiye kadarki yeşilliğe bakacak olursan ne kadar kötü olsa da doğası kötü olmayacak diye moralimi düzelttim. Demre'nin otogarı dışında pek birşey kalmamış aklımda. Ama nüfusu 25.100 olan orasıydı galiba. Haksızlık etmek istemem ama ben çok yorgundum herhalde. O durakta Antalya'dan binmiş 2 kişi hariç herkes inmişti ama yeniden, daha çok öğrencilerle doldu. Bir on dakika gitmişizdir belki. Derken Kekova Üçağız sapağı göründü: 19 km. Ohh! Yolu düzgündü, çok şükür. Yeşil ve sakin, gayrımedeniyete giden bir yol belli ki.
Happy happy I am happy, defter defter here I come. Odada yazıyorum yine ama olsun, zaten çok güneş.
Dün öğlen 12.15'te uçağa bindim. Atlasjet. Selçuk 1973 model, üstü açık Tip 181 model vosvosla beni havaalanına bıraktı. Daha binaya girip güvenliği geçmeden bir sırıtma aldı beni: “Nihayet özgürüm, nihayet istediğim tatile çıkıyorum, nihayet yalnız kalacağım.” Uçak rötarlı kalktı, daha doğrusu kalkmış çünkü kaptan söyledi ama kalkana kadar ben uyuyakaldım. Sandviç verdiklerinde bir uyandım, hızla yedim çünkü açtım. Sonra inene kadar dışarı baktım. nerelerde olduğumuz konusunda pek bir fikrim yoktu; bir ara önümdeki adam, yanındaki amirine “Isparta burası” dedi. Nereden anladı hiçbir fikrim yok. Sonra yerde beyaz beyaz şeritler görünmeye başladı. Seralar. Yer gök sera. Bu arada inişe geçtik ve ileride yüksek binalar göründü: şehir yani. Ben de böylece ne kadar cahil olduğumu anladım. Ben nedense hep sadece Dalaman havaalanı olduğunu zannedip Antalya'da ayrıca bir havaalanı olduğunu bilmiyor, Dalaman'a inmeyi bekliyorum.
İndik, küçücük ve tipik havaalanı binasına yürüdük, bavulumu alıp Havaş otobüsüne bindim. Bu arada saat iki civarı. Sabah Kale Pansiyon'a telefon ettiğimde konuştuğum adam saat üç gibi Falez Otel'in karşısından minibüsler kalktığını söylemişti. Onun için heyecanlı, restless zamanlarım başladı. Bir an önce kalksın istiyorum, bir taraftan da ne kadar süreceğini bilmediğim için belki de anlamı yok. Şoför bileti kesmeye geldi, nerede ineceğimi sordu. “Falez otel, gittiğiniz yolun sonuna kadar gitmem mi gerek, daha önce mi ineceğim?” soruma şöyle manasız bir cevap verdi: “Son duraktan üç durak önce.” Belli ki yolu bilmiyorum, bana ne faydası var bu bilginin? Ayrıca sondan sayma imkanım var mı? Neyse ki artık biliyor, haber verir diye ümit ettim.
Yola çıkıp şehrin ortasından veya muhtemelen uzantıları olan bir mahallelerin ana caddelerinden geçtik. Çirkin tabelalar, yapışık manasız apartmanlarla dolu. İzmir'de Üçkuyular'a giden yolları andırıyor biraz ama bir sokak ötede deniz olduğuna, Akdeniz sahilinde olduğumuza dair hiçbir belirti yok. İstanbul'a nazaran bir rahatlık farkediliyor olsa olsa.
Onbeş dakika Falez otelinin karşısındaydık. Sahildeki otelin arka tarafında o kadar büyük Falez yazıyor ki kaçırmaya imkan yok. Yanında Sheraton. Zaten diğer tarafta da minibüsler. Bir iki kişiyle indim, sordum Kekova minibüsünü, sorduğum adamlar bilmiyor, onların sorduğu şoför de iki buçukta dedi. Üç beş dakika geçmiş gerçi ama ha geldi ha gelecek demek istiyor anlaşılan. Bir de İngilizce söylemeye çalışıp saatini gösteriyor. Hoşgeldiniz turist zannedilmeceye.
Gelen her minibüse bakıyorum, üstünde yazacak mı yazmayacak mı bilmiyorum, salak salak sormak istemiyorum, arada sırada arkalara doğru yürüyüp çantama birşey olmasında diye geri yürüyorum. Bu arada minibüslerin önünde yazan yer adları da pek birşey ifade etmiyor. Çoğu Beldibi, Göynük, Kemer ve daha güneye gideceğimi biliyorum ama yine de kestiremiyorum. Bu kaçırma stresinin yanında bir de “para çekmeli miydim, zamanım var mı, acaba Garanti nerede, sonradan çok yakında olmuş olduğunu öğrenirsem kıl olmaz mıyım?” diye geriliyorum. Hele bir de minibüsü göz göre göre kaçırırsam daha kıl olacağım çünkü bir daha minibüs yok ve şehirde kalmam veya Olympos'u falan araştırmam gerekecek.